adscode
adscode

Türk tefekkür tarihinin ölümsüz ismi Tarık Zafer Tunaya

Tarık Zafer Tunaya sevilen bir dost, takip edilen bir münevver ve saygın bir hocaydı Edebi bakımdan fevkalade güçlüydü Fransızcayı ve Türkçeyi edebi zevkle öğrenen nesildendi

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeyken Tarık Zafer Tunaya Hoca’nın ismini duyardım. 1960 devriminden sonra teşkil edilen ilk anayasa komisyonunda üyeymiş. Galiba Lütfi Duran ve ikisi, saygı duyduğumuz Sıddık Sami Onar ile bir çatışma dolayısıyla komisyondan ihraç edilmişler. O vakit fark etmediğimiz ve bilemediğimiz bu meselenin sonradan daha çok farkına vardık. Çatışma ne bilgisiz bir adamla ondan daha bilgili genç profesörlerin arasındaydı ne de dürüst bir adamla politika bataklığında yanlara sapan kişilerindi. Üç tane mükemmel insanın çatışma nedeni; iftiharla belirteyim; eski müesseseleri, devlet yapısını, imparatorluğu, hukuktaki hükmi şahsiyet kavramını ve kurumlarını çok iyi tanıyan Sıddık Sami ile anayasa tarihimizde birtakım kalıplaşmış hukuki normlar ve bilgilerin dışında Osmanlı tarihini tetkikte adımlar atan, başvekalet arşivine de üniversitedeki günlerinin bir kısmını ayırmayı iş edinmiş bir meslektaşı arasındaydı.

Türk tefekkür tarihinin ölümsüz ismi: Tarık Zafer Tunaya

‘GOGOL’ÜN PALTOSU GİBİDİR’

Zekice nitelendirmeleriyle tanıdığımız Mete Tunçay, Tarık Hoca için, “O Dostoyevski’nin tabiriyle Gogol’ün paltosu gibidir. Rus edebiyatının büyükleri nasıl o paltonun cebinden çıktıysa biz de Tarık Hoca’nın paltosunun cebinden çıktık” demişti. Bu bilgin kişinin aynı zamanda sevecen bir büyük, sadık, vefakâr bir dost olduğunu ve değer verdiklerini himaye etmekten çekinmeyen bir centilmen olduğunu tanıdım. Ankara’dan Mülkiyeli Zafer Toprak onun benimsediği yakın bir çalışma arkadaşıydı. Kendi fakültesinde değil yandaki İktisat Fakültesi’nden çıkma Şükrü Hanioğlu için de aynı şey geçerliydi ve mektepten talebesi ama ilginç araştırma ve buluşları olan Erol Sadi de o gruptandı. Nihayet şunu itiraf edeyim; 1976 yılındaki bir anayasa 100. yıl seminerinde tanıştığımız hocayla da o günden sonra çok yakın bir irtibat içine girdik. Tarık Hoca beni çok cesaretlendirdi.

Tarık Hoca İstanbul Üniversitesi’nin gözde bir insanıydı. O üniversitede rakipleri çoktu ama iş Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler ve Hukuk Fakültesi’ne gelince durum daha farklıydı. Tarık Zafer Tunaya sevilen bir dost, takip edilen bir münevver ve saygın bir hocaydı. İlginç çıkışlarıyla tanınan Profesör Bülent Nuri Esen bütün hocaların bulunduğu bir ortamda, “Tarık gel, İstanbul Üniversitesi sensiz bir hiçtir” gibi abartılmış bir slogan kullanmaktan çekinmezdi.

Edebi bakımdan fevkalade güçlüydü. Fransızcayı ve Türkçeyi edebi zevkle öğrenen nesildendi. En karmaşık durumları iki cümleyle tarif etmekte üstüne yoktu. Bunlar vazgeçilmeyecek terimlerdir. Mesela “anayasa romantizmi”; bütün Jön Türkler, Genç Osmanlılar, Midhat Paşa ve etrafı anayasayla imparatorluğun kurtulacağına iman etmişlerdi. Ne var ki anayasa romantizminin sakat tarafları da vardı. Sağlam bir anayasa metni nasıl hazırlanır bilmiyorlardı. Meclis dağıtılmıştı. Ama öte yandan mesele yoktu, anayasal rejime, meşrutiyet ve hürriyete açılan kapılar bir daha kapanmamak üzere açılmıştı.

İstanbul Üniversitesi’nde faydalı ve kalıcı seminerler düzenlemekte usta olan iki hoca tanıdım. Birisi Edebiyat Fakültesi Tarih Enstitüsü’nün İdare Tarihi başında bulunan Profesör Mübahat Kütükoğlu, diğeri ise Hukuk Fakültesi’nde Profesör Tarık Zafer Tunaya. İstanbul’la temasta bulunduğum 10 yıl içinde sekiz adet semineri en mükemmel şekliyle tertiplemişlerdi. Dış toplantılara katılırdı. Fransa’da gördüm, 1973’te Amerika’da (Chicago’da) görmedim ama toplantının cereyan tarzını biliyorum. Ankara’da ve İstanbul’da konuşurdu. Hatta hiçbir şekilde olayla bağlantılı olmayan o malum günde toplanan “laiklik semineri” de onun gayretiyle ortaya çıkmıştı. Açılışı Cumhurbaşkanımız Fahri Korutürk yaptığı anda meşum haber ulaştı. Maraş’ta gruplar arasında çatışma, yaralama ve katl başlamıştı. 1970’lerin kanlı ve acımasız ortamını birlikte yaşadık ve bugün şunu söyleyebilirim; belki büyük ihtimal ile o hava 1960’larda yaşanacaktı. İsmet Paşa’nın henüz bitmeyen iktidarı ve Süleyman Demirel’in devlete ve tarihi şahsiyetlere olan bağlılığı dolayısıyla Türkiye çatışma potansiyelini 1960’larda hadisesiz atlattı. 1970’ler Türkiye’si bunu beceremedi. 1980 darbesi ve üstünden gelen tasfiyeyi birlikte yaşadık.

İlk Yorumu Siz Yapın

Gönder